Oğul Kokusu
Karakışın ve zemherinin ardından cemreler sökün etti. Kundaklara sarılan bebek büyüdü. Annesi, bahçeye, tarlaya giderken artık çocuğu babasının yanında bırakıyordu. Baba oğul, birlikte vakit geçirirlerdi. Ihlamur kokuları etrafı sardığı zaman babasının elinden tutarak, her karışını avucunun içi gibi bildiği dağları, tarlaları dolaştırırdı. Babası tek tek sorular sorardı buralara dair: Çeşmenin yanındaki ağaç duruyor mu, komşu tarlanın sınırındaki elma ağacı yine bir gelin gibi çiçek açmış mı?
Bazen de yaşlı amcaların bir araya gelip sohbet ettikleri köy odasına, bir yol ağzına, bir duldaya, bir çeşme başına gidiyorlardı. Babasının elinden tutardı, bildik yollardan eve dönerlerdi. Bu anlarda dağlardan esip gelen kekik kokusuna, elini tuttuğu çocuğun kokusu da karışırdı. Çocuk biraz anne, biraz oyuncak, biraz neşe kokardı.
Bir eylül sabahı annesi, çocuğa önlüğünü giydirip saçlarını taradı, “Hadi oğlum, Allah zihin açıklığı versin” diyerek yola koydu. Yeni başlangıçlarda hep yanımızda bir büyüğümüz vardır. Babası da öyle yaptı; oğlunu okulun ilk gününde yalnız bırakmadı. Birlikte tuttular okul yolunu. Bir uzun yol ki nereye çıkacağı kestirilemeyen, hangi şehre ulaşacağı, hangi hayata varacağı bilinemeyen bir yol…
Kimi zaman yabancıladı büyük kentlerin plastik yaşamlarını. İçinde bir çocuk, geçmiş güzel günleri aradı. Çocukluğuna bir çağrı duydu kalbinden. Masum delikanlının papatyalara belenmiş kokusuna büyük avm lerin, kalabalık caddelerin, vitrinlerin, deodorant, parfüm ve losyona bulanmış çağcıl kokuları karıştı. İnsanı yurdundan, taşradan uzaklaştıran modern kentlerin renkli, ışıklı baygın kokuları karıştı. Büyük kentlerin, kalabalığın içerisinde insanı yalnızlaştıran metropol kokuları karıştı. Kavak yellerinin, ayrılıkların, hayata atılmanın, yeni bir hayat kurmanın, kendine güvenin kokuları karıştı. Ama delikanlının üzerinden çocuksu, babasının görmeyen gözlerine kandil olan duru, katışıksız o kokusu hiç kaybolmadı. Babası, bütün bu kokuların içinden o kokuyu çekip bulurdu hep.
Günlerin birbirine benzediği bir gündü. Adam, her zaman oturduğu kanepedeydi. Gören gözleri olan eşi geldi yanına. “Oğlun geldi” dedi. Sesinde bir gariplik vardı sanki. Şaşırdı. Bir anlam veremedi. Zamansız gelen bu haber de neyin nesiydi? Oğlu gelmişti, sevinmesi gerekmez miydi? Etrafını bir kaygı tufanı sarıverdi. Yakın bir zaman önce askere yollamışlardı oysa. Yine bu kanepede idi. Oğlu; babasını kucaklamış, elini öpmüş, helallik isteyerek vatani görevine gitmişti. Şimdi ansızın “Oğlun geldi.” diyorlardı. Tedirginlik veren bir sessizlik vardı etrafında. Eşi, koluna girdi. “Hadi Bey,” dedi, “oğlunun yanına götüreyim seni” Adım adım bir bilinmezliğe doğru yürüyorlardı sanki.
Adam, ateşe yürür gibi, bir uçurumun kenarındaymış gibi yavaş yavaş attı adımlarını. Evin önündeki bahçeye çıktılar. Eşi durunca o da durdu. Etrafında göremediği ama hissettiği bir kalabalık vardı. Herkes kendisine bakıyordu. Kadın adamın elini tuttu, ileriye uzattı. Adamın eli bir şeye dokundu. Eliyle yokladı. Soğuk, uzun bir tahta kutu. İçi ürperdi adamın. Oğlunun bebeklik günlerindeki kokusu geliyordu tahta perdenin aralığından. Kucağına aldığı ilk günkü kokular… Kuzuların, yemliklerin, madımakların kokusu. Kendisini elinden tutup tarlalara, dağlara götürdüğü zamanki kokular…
Her şeyi anladı baba. Tarifi mümkün olmayan bir çığlık koptu içinden: Ali’m, yavrum! Dizlerinin bağı çözüldü. Yıkılıverecekti olduğu yere. Koyu yeşil üniformalı bir komutanın kolları kendisini yakaladı. Bir sandalyeye oturttular. Kararan gözlerinden ılık ılık yaşlar boşandı. Neden sonra acılı ama soğukkanlılığını kaybetmemeye çalışan dokunaklı bir ses; “Efendim,” dedi, “oğlunuz dün gece vatan hainleri ile girdiği çatışmada şehit oldu. Başınız sağ olsun.” Oğlu, ilk adımlarını attığı, bir kelebeğin peşinden ilk kez koştuğu bahçede, gölgesinde oyunlar oynadığı dut ağacının altında tabutun içinde bir servi gibi boylu boyunca uzanıyordu.
O an, babanın yüreğinde karanlık göğü kızartan, sadece bir şehit babasının görebileceği bir ışık yükseldi gökyüzüne. Bunu başka kimseler göremedi. Ardından dünya üzerine bir ışık halesi yayıldı. Adam, bunu gördü. Bütün bunlara bayrak, vatan ve şahadet kokuları karıştı. Kalbe inşirah veren ulvi duygular belirdi. Bir nebze olsun ferahlatan bir rüzgâr hissetti içinde. Bir cennet esintisi dolaştı kalbinin üzerinde.
Babanın hayatındaki bütün kokular oğluyla anlamlıydı. Koku demek, oğlu demekti. Onsuz kokuların hiçbir değeri yoktu. Artık ne papatya ne çiğdem ne de bahar kokuları… Hepsi anlamını yitirdi. Baba, o an göremeyen gözleri gibi işlemeyen bir burnunun olmasını çok istedi. Onu hatırlatan şey kokuydu. Ve onu hatırlatan her koku şimdi içini yakıyordu…
Tüm şehitlerimize rahmet ve minnetle…🌹
Karakışın ve zemherinin ardından cemreler sökün etti. Kundaklara sarılan bebek büyüdü. Annesi, bahçeye, tarlaya giderken artık çocuğu babasının yanında bırakıyordu. Baba oğul, birlikte vakit geçirirlerdi. Ihlamur kokuları etrafı sardığı zaman babasının elinden tutarak, her karışını avucunun içi gibi bildiği dağları, tarlaları dolaştırırdı. Babası tek tek sorular sorardı buralara dair: Çeşmenin yanındaki ağaç duruyor mu, komşu tarlanın sınırındaki elma ağacı yine bir gelin gibi çiçek açmış mı?
Bazen de yaşlı amcaların bir araya gelip sohbet ettikleri köy odasına, bir yol ağzına, bir duldaya, bir çeşme başına gidiyorlardı. Babasının elinden tutardı, bildik yollardan eve dönerlerdi. Bu anlarda dağlardan esip gelen kekik kokusuna, elini tuttuğu çocuğun kokusu da karışırdı. Çocuk biraz anne, biraz oyuncak, biraz neşe kokardı.
Bir eylül sabahı annesi, çocuğa önlüğünü giydirip saçlarını taradı, “Hadi oğlum, Allah zihin açıklığı versin” diyerek yola koydu. Yeni başlangıçlarda hep yanımızda bir büyüğümüz vardır. Babası da öyle yaptı; oğlunu okulun ilk gününde yalnız bırakmadı. Birlikte tuttular okul yolunu. Bir uzun yol ki nereye çıkacağı kestirilemeyen, hangi şehre ulaşacağı, hangi hayata varacağı bilinemeyen bir yol…
Kimi zaman yabancıladı büyük kentlerin plastik yaşamlarını. İçinde bir çocuk, geçmiş güzel günleri aradı. Çocukluğuna bir çağrı duydu kalbinden. Masum delikanlının papatyalara belenmiş kokusuna büyük avm lerin, kalabalık caddelerin, vitrinlerin, deodorant, parfüm ve losyona bulanmış çağcıl kokuları karıştı. İnsanı yurdundan, taşradan uzaklaştıran modern kentlerin renkli, ışıklı baygın kokuları karıştı. Büyük kentlerin, kalabalığın içerisinde insanı yalnızlaştıran metropol kokuları karıştı. Kavak yellerinin, ayrılıkların, hayata atılmanın, yeni bir hayat kurmanın, kendine güvenin kokuları karıştı. Ama delikanlının üzerinden çocuksu, babasının görmeyen gözlerine kandil olan duru, katışıksız o kokusu hiç kaybolmadı. Babası, bütün bu kokuların içinden o kokuyu çekip bulurdu hep.
Günlerin birbirine benzediği bir gündü. Adam, her zaman oturduğu kanepedeydi. Gören gözleri olan eşi geldi yanına. “Oğlun geldi” dedi. Sesinde bir gariplik vardı sanki. Şaşırdı. Bir anlam veremedi. Zamansız gelen bu haber de neyin nesiydi? Oğlu gelmişti, sevinmesi gerekmez miydi? Etrafını bir kaygı tufanı sarıverdi. Yakın bir zaman önce askere yollamışlardı oysa. Yine bu kanepede idi. Oğlu; babasını kucaklamış, elini öpmüş, helallik isteyerek vatani görevine gitmişti. Şimdi ansızın “Oğlun geldi.” diyorlardı. Tedirginlik veren bir sessizlik vardı etrafında. Eşi, koluna girdi. “Hadi Bey,” dedi, “oğlunun yanına götüreyim seni” Adım adım bir bilinmezliğe doğru yürüyorlardı sanki.
Adam, ateşe yürür gibi, bir uçurumun kenarındaymış gibi yavaş yavaş attı adımlarını. Evin önündeki bahçeye çıktılar. Eşi durunca o da durdu. Etrafında göremediği ama hissettiği bir kalabalık vardı. Herkes kendisine bakıyordu. Kadın adamın elini tuttu, ileriye uzattı. Adamın eli bir şeye dokundu. Eliyle yokladı. Soğuk, uzun bir tahta kutu. İçi ürperdi adamın. Oğlunun bebeklik günlerindeki kokusu geliyordu tahta perdenin aralığından. Kucağına aldığı ilk günkü kokular… Kuzuların, yemliklerin, madımakların kokusu. Kendisini elinden tutup tarlalara, dağlara götürdüğü zamanki kokular…
Her şeyi anladı baba. Tarifi mümkün olmayan bir çığlık koptu içinden: Ali’m, yavrum! Dizlerinin bağı çözüldü. Yıkılıverecekti olduğu yere. Koyu yeşil üniformalı bir komutanın kolları kendisini yakaladı. Bir sandalyeye oturttular. Kararan gözlerinden ılık ılık yaşlar boşandı. Neden sonra acılı ama soğukkanlılığını kaybetmemeye çalışan dokunaklı bir ses; “Efendim,” dedi, “oğlunuz dün gece vatan hainleri ile girdiği çatışmada şehit oldu. Başınız sağ olsun.” Oğlu, ilk adımlarını attığı, bir kelebeğin peşinden ilk kez koştuğu bahçede, gölgesinde oyunlar oynadığı dut ağacının altında tabutun içinde bir servi gibi boylu boyunca uzanıyordu.
O an, babanın yüreğinde karanlık göğü kızartan, sadece bir şehit babasının görebileceği bir ışık yükseldi gökyüzüne. Bunu başka kimseler göremedi. Ardından dünya üzerine bir ışık halesi yayıldı. Adam, bunu gördü. Bütün bunlara bayrak, vatan ve şahadet kokuları karıştı. Kalbe inşirah veren ulvi duygular belirdi. Bir nebze olsun ferahlatan bir rüzgâr hissetti içinde. Bir cennet esintisi dolaştı kalbinin üzerinde.
Babanın hayatındaki bütün kokular oğluyla anlamlıydı. Koku demek, oğlu demekti. Onsuz kokuların hiçbir değeri yoktu. Artık ne papatya ne çiğdem ne de bahar kokuları… Hepsi anlamını yitirdi. Baba, o an göremeyen gözleri gibi işlemeyen bir burnunun olmasını çok istedi. Onu hatırlatan şey kokuydu. Ve onu hatırlatan her koku şimdi içini yakıyordu…
Tüm şehitlerimize rahmet ve minnetle…🌹