Sen de bir gün yaşlanacaksın…
Evinde bile rahat edemiyor ki… Sen ne güzel ağlıyorsun da söylesene ben ne yapayım anne, kime ağlayayım. Aylardır sana bakıyorum, altını ben temizliyorum, Bıktım artık, yeminle bıktım… Araya uzunca bir sessizlik girdi. Kadın söylene söylene yatak çarşaflarını da değiştirdi ama annesi kızını daha fazla kızdırmamak için gözlerini kapatmıştı, farkında bile değildi… Biliyordu çocukçaydı ama sanki gözlerini kapatınca orada yokmuş gibi oluyordu. Son zamanlarda bulmuştu bu oyunu da. Ne zaman evdekiler ona söylense, sitem etse, üzücü şeyler dese, fena davransa, o hemen gözlerini kapatıyordu. Kadın hışımla yerdeki ıslak çarşafı alıp odadan çıktı. Annesi yine yalnızlığı ile bir başına kalmıştı. Derin bir nefes aldı. Aldığı nefes göğsüne saplanıverdi sanki. Başını usulca pencereye çevirdi. Pencerenin önünde duran artık kurumaya yüz tutmuş tek kırmızı güle baktı. Bu odada yattığı zamanda, gül ona arkadaşlık etmişti. Sırlarını onunla paylaşmıştı. Ama güle de bakan yoktu ve o da önce yapraklarını dökmeye başlamış, sonra da boynunu eğerek dalından kopmuştu…
-Gidiyoruz galiba ikimizde. dedi.
-Vakit geldi değil mi? Gül cevap vermedi. Kadın da onu zorlamadı. -Sen de haklısın. Gidiyor olduğumuzu bilmek kolay değil ama inan böyle ben burada yatağın ucunda, sen orada dalın ucunda yaşamakla, diğer dünya arasında sallanıyoruz ya, inan bu da hiç kolay değil. Düşünsene ne gidebiliyoruz, ne de yaşayabiliyoruz. Fazlayız biz bu dünyaya. Yük oluyoruz sevdiklerimize. En iyisi gitmek biran önce diğer tarafa. Ah! Bak ne diyeceğim sana. Hani biz insanlar hapşırıyoruz ya. İşte mesela biz Türkler hapşırsak hemen çok yaşa derler. Ama almanlar hapşırsa, orada da iyi yaşa derler. Bence en doğrusu onların ki. Mesele çok yaşamak değilmiş, iyi yaşamakmış anladım ama geç oldu.
Baksana halimize, çok yaşadık da ne oldu. Azar, hakaret, fena bakışlar… Gül biraz daha kopuvermişti dalından. Kadının da kalbi sıkışıverdi o anda. Karanlık gece gelmişti kente. Sokak lambaları yandı. Oturma odasından kahkaha sesleri geliyordu. Çocukların yine misafirleri vardı demek. Ne güzel eğleniyorlar diye iç geçirdi anne. Gülümsedi.
-Kuzum benim, gül elbette, ben seni çok üzüyorum, yoruyorum, haklısın. Kurban olurum sana… Gül dalından kopup pervazın üstüne yuvarlanıvermişti.
Kadının da kalbi durdu.
Karanlık şimdi de odaya çökmüştü. Kadın elinde çorba tabağıyla odaya girdi. Yüzü asıktı. Biraz önce dışarda kahkahalar atan kadın gitmiş yerine suratsız istemeyerek geldiği belli olan biri gelmişti. Kadın tabağı yatağın yanındaki sehpanın üstüne koydu. Annesine bakmadı bile, yorganı kaldırıp, yine yatağı ıslatıp ıslatmadığına baktı. Ve -İnanmıyorum sana anne ya! daha biraz önce değiştirdim senin altını. Sen inadıma yapıyorsun değil mi bunu. Demin içerde birazcık güldüğümü duydun, sırf ben üzüleyim diye yine yatağı ıslattın de mi. Ah anne ah!” dedi fütursuzca…
Başını kaldırdı baktı ama annesinin gözleri kapalıydı. Eli annesinin bacağına değdi. Annesi soğuktu. Hem de buz gibi. Kadın irkildi ve geri çekildi.
-Anne…diyebildi sadece. Gerisini getiremedi. Saksı dünyada kaldı. Yatak da dünyada kaldı. Diğer eşyalar gibi, toprak gibi, hava, su, ateş gibi, her şey dünyada kaldı. Giden gül oldu, giden anne oldu. Sonra kadın çok ağladı. Dayanamadı, ara sıra gidip annesinin mezar taşına sarıldı. Mezar taşı soğuktu, hatta buz gibiydi. Mezar taşları yaşayan anneler gibi sıcak olmuyor. Yaşarken sevdiklerine sarılmayanlar, onlar öldükten sonra mezar taşlarına sarılıyorlar. ama geç oluyor. Kadın da yaşlanacak bir gün. O da çocuklarına muhtaç kalacak belki. Belki onu da bir odaya yatıracaklar ve oda da bir gül olacak.
Sonra gül dalından kopacak, kadın ölecek. Ve onun kızı da onun mezar taşına sarılıp ağlayacak. Bu hikaye hep böyle devam edecek. Saksı bu dünyada kalacak. Yatak bu dünyada kalacak. İlk giden hep insan olacak… Yüreğini hatırla insanoğlu.
Senin bir yüreğin var, hatırla…”
Evinde bile rahat edemiyor ki… Sen ne güzel ağlıyorsun da söylesene ben ne yapayım anne, kime ağlayayım. Aylardır sana bakıyorum, altını ben temizliyorum, Bıktım artık, yeminle bıktım… Araya uzunca bir sessizlik girdi. Kadın söylene söylene yatak çarşaflarını da değiştirdi ama annesi kızını daha fazla kızdırmamak için gözlerini kapatmıştı, farkında bile değildi… Biliyordu çocukçaydı ama sanki gözlerini kapatınca orada yokmuş gibi oluyordu. Son zamanlarda bulmuştu bu oyunu da. Ne zaman evdekiler ona söylense, sitem etse, üzücü şeyler dese, fena davransa, o hemen gözlerini kapatıyordu. Kadın hışımla yerdeki ıslak çarşafı alıp odadan çıktı. Annesi yine yalnızlığı ile bir başına kalmıştı. Derin bir nefes aldı. Aldığı nefes göğsüne saplanıverdi sanki. Başını usulca pencereye çevirdi. Pencerenin önünde duran artık kurumaya yüz tutmuş tek kırmızı güle baktı. Bu odada yattığı zamanda, gül ona arkadaşlık etmişti. Sırlarını onunla paylaşmıştı. Ama güle de bakan yoktu ve o da önce yapraklarını dökmeye başlamış, sonra da boynunu eğerek dalından kopmuştu…
-Gidiyoruz galiba ikimizde. dedi.
-Vakit geldi değil mi? Gül cevap vermedi. Kadın da onu zorlamadı. -Sen de haklısın. Gidiyor olduğumuzu bilmek kolay değil ama inan böyle ben burada yatağın ucunda, sen orada dalın ucunda yaşamakla, diğer dünya arasında sallanıyoruz ya, inan bu da hiç kolay değil. Düşünsene ne gidebiliyoruz, ne de yaşayabiliyoruz. Fazlayız biz bu dünyaya. Yük oluyoruz sevdiklerimize. En iyisi gitmek biran önce diğer tarafa. Ah! Bak ne diyeceğim sana. Hani biz insanlar hapşırıyoruz ya. İşte mesela biz Türkler hapşırsak hemen çok yaşa derler. Ama almanlar hapşırsa, orada da iyi yaşa derler. Bence en doğrusu onların ki. Mesele çok yaşamak değilmiş, iyi yaşamakmış anladım ama geç oldu.
Baksana halimize, çok yaşadık da ne oldu. Azar, hakaret, fena bakışlar… Gül biraz daha kopuvermişti dalından. Kadının da kalbi sıkışıverdi o anda. Karanlık gece gelmişti kente. Sokak lambaları yandı. Oturma odasından kahkaha sesleri geliyordu. Çocukların yine misafirleri vardı demek. Ne güzel eğleniyorlar diye iç geçirdi anne. Gülümsedi.
-Kuzum benim, gül elbette, ben seni çok üzüyorum, yoruyorum, haklısın. Kurban olurum sana… Gül dalından kopup pervazın üstüne yuvarlanıvermişti.
Kadının da kalbi durdu.
Karanlık şimdi de odaya çökmüştü. Kadın elinde çorba tabağıyla odaya girdi. Yüzü asıktı. Biraz önce dışarda kahkahalar atan kadın gitmiş yerine suratsız istemeyerek geldiği belli olan biri gelmişti. Kadın tabağı yatağın yanındaki sehpanın üstüne koydu. Annesine bakmadı bile, yorganı kaldırıp, yine yatağı ıslatıp ıslatmadığına baktı. Ve -İnanmıyorum sana anne ya! daha biraz önce değiştirdim senin altını. Sen inadıma yapıyorsun değil mi bunu. Demin içerde birazcık güldüğümü duydun, sırf ben üzüleyim diye yine yatağı ıslattın de mi. Ah anne ah!” dedi fütursuzca…
Başını kaldırdı baktı ama annesinin gözleri kapalıydı. Eli annesinin bacağına değdi. Annesi soğuktu. Hem de buz gibi. Kadın irkildi ve geri çekildi.
-Anne…diyebildi sadece. Gerisini getiremedi. Saksı dünyada kaldı. Yatak da dünyada kaldı. Diğer eşyalar gibi, toprak gibi, hava, su, ateş gibi, her şey dünyada kaldı. Giden gül oldu, giden anne oldu. Sonra kadın çok ağladı. Dayanamadı, ara sıra gidip annesinin mezar taşına sarıldı. Mezar taşı soğuktu, hatta buz gibiydi. Mezar taşları yaşayan anneler gibi sıcak olmuyor. Yaşarken sevdiklerine sarılmayanlar, onlar öldükten sonra mezar taşlarına sarılıyorlar. ama geç oluyor. Kadın da yaşlanacak bir gün. O da çocuklarına muhtaç kalacak belki. Belki onu da bir odaya yatıracaklar ve oda da bir gül olacak.
Sonra gül dalından kopacak, kadın ölecek. Ve onun kızı da onun mezar taşına sarılıp ağlayacak. Bu hikaye hep böyle devam edecek. Saksı bu dünyada kalacak. Yatak bu dünyada kalacak. İlk giden hep insan olacak… Yüreğini hatırla insanoğlu.
Senin bir yüreğin var, hatırla…”