HHaber

Cüneyt Arkın’ın Hüzünlendiren Hayat Hikayesi…

GÖNÜL YAZAR İLE OLAN SAHNEMİZ..
“Filmde ben yoksul bir gençtim. Gönül Yazar zengin bir kızı oynuyordu. Kırmızı, spor, üstü açık bir arabası vardı. Film çekimleri dışında beni yanına oturtur, gezerdik. Sinema oyunculuğuna yeni başlamıştım. Aldığım üç beş kuruşla, borçlarımı kapattığımdan, aslında filmde olduğum gibi hayatta da yoksuldum.Genç, güzel, şöhretli bir kadın yanımda kırmızı spor araba altımda bir hayali yaşıyordum.Tahta kulübenin önünde Gönül Yazar’la bir sahnemiz vardı.”
YARALI YÜREĞİMİ SONUNA KADAR AÇMIŞTIM…
“Münir ve Tanju da dert ortaklarımızdı. Sahne, Gönül Yazar’ın ısrarlı sorunlarıyla başlıyordu. Ben az konuşan, asla kendini açık etmeyen bir kişiliktim. Ama bir yerde Gönül Yazar öylesine can evimden vuruyordu ki, ister istemez yaralı yüreğimi sonuna kadar açtım.”
YAŞADIKLARIMI ANLATTIM
“O, an aylarca süren bostan bekçiliğinde yaşadığım korkunç, yalnızlık, dost köpeklerim, vefalı sıpam, asla genç kızlıklarını yaşayamayan ablalarım, elleri nasırlı anam, kamburu çıkmış babam.Açlıklarımız, toprağı kazıp çıkardığımız acı köklerle karnımızı doyurmaya çalışmalarımız, cehalet, yoksulluk, çaresizlik, açlık işte bunları tek tek yaşayarak konuşmaya başladım.
KAMERA SUSTU…
“Senaryodan çıkmış artık düpedüz kendimi anlatıyordum. Çıt yoktu. Set etkilenmişti.Gözyaşlarımı silip sustum. Kamera da sustu. Münir Özkul bir garip kalktı, içeri girdi. Onu takip ettim.Pencere kıyısına oturmuştu. Yüzünde deniz vardı. Ağlıyordu. Yanına oturdum. Elini tuttum.”
BAŞIMI OMUZUNA KOYDUM
“Öteki eliyle beni sardı. ‘kardeşim’ dedi. ‘sen ne korkunç acılar çekmişsin, nasıl dayandın, nasıl yaşayabildin. Ben nasıl bir hayvanım ki, birazcık olsun sezmedim.’ Başımı omuzuna koydum. Çocuğuna yaptığı gibi, kocaman bir merhametle, usul usul saçlarımı okşadı..”
SAKIN TÜRKAN’IN GÖZLERİNE BAKMA, ÖLÜRSÜN’ DEMİŞLERDİ…
Türkan’la ilk filmimi çekerken “Sakın gözlerine bakma ölürsün” dediler. Kim gencecik yaşta ölmek ister ki? Karşılıklı ilk sahnemizde bu lafı çıkaramıyorum aklımdan.
Kulaklarına, alnına, çenesine falan bakıyordum hep repliklerimi söylerken. Türkan nezaketten susuyor ama ben bir türlü istenen oyunculuğu veremiyordum. Sonunda “Ölürsem öleyim” diye isyan ettim ve baktım gözlerine. Gözler göz değil gözistandı, memleket türküsüydü.
Türkan o kadar alçakgönüllüdür ki, çocuk gibi darılır, çocuk gibi sevinir. Çok büyük aşk filmleri çektik birlikte. Genç kadınlar, delikanlılar özel hayatlarında bizim gibi sevip, bizim gibi aşık oluyorlardı…

BABAM BENİ MEMLEKET DİYE SEVERDİ
Babam beni memleket diye severdi
Bozkıra ait ne varsa gözlerindeydi.
Yüzü baştan aşağı Anadolu.
Elleri kocaman nasırlı.
Mevsimleri giyerdi.
Köy ekmeği, yeşil soğan yerdi.
Beni ‘Memleketim’ diye severdi.
Dağını, taşını, toprağını, çiçeğini, böceğini, koyununu, kuzusunu, gecesini, yıldızlarını, yağmurlarını, halkını çok seviyorum bu ‘memleketin’ derdi.

Hala doyamadım onlara.
Memleketime doyamadım.
Nasıl bırakıp giderim onları.
Oysa vefattan korkmazdı.
Kurtuluş Savaşı gazisiydi.
Birkaç kere yaralanmıştı.
Vücudu şarapnel parçalarıyla doluydu.
Ama biz vatan için dövüştük, her şey vatan için… diye övünmezdi.
İstiklal Savaşı madalyası vardı.
Ama takmazdı. ‘Övünmek olur’ diye.
Kanlı boğuşmada yüzlerce arkadaşı toprağa düşmüş, şehit olmuşlardı. Dönüp onlara bakamamıştı bile.
Hemen önünde düşman ateş kustuğundan…
Bir bu silah arkadaşlarını anardı.
Sessiz, minnet, şükranla.
Ancak ateşi çok yükselip yatağa düştüğünde sayıklardı.
‘Az kaldı arkadaşlar, ileri…’
Vefat etti. Çok oldu. Hala sesini duyuyorum.
‘Az kaldı oğlum, ileri…”