Padişah ayağına gelen çoban der ki; Ya bir de…
Bu derviş kimdir hemen soruşturula diye emir buyurdu. Baş veziri de, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekana bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti padişaha…
Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini öğrenmek üzere, dağ kulübesine varıp, hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
– “Hünkarım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler” demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
– “Neden kızınızın nikahını teklif etmiyorsunuz sultanım” dedi.
Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
– “Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?”
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üzerinden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın can arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
– “Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.”
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi sezilmiyordu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu ki dervişin.
– “Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı alinize layık değil belki, ama lütfeder nikahınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…”
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu şacaktı, muradı hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap bile, bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmış olmalıydı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adama çevrilmişti.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sar*hoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
– “Hayır” dedi, kızınızla evlenmek istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayretler içindeydi, vezirler şaşkınlık içinde birbirine bakıyor, bilge tebessümle izliyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğildi ve:
– “Sen ne yapıyorsun, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin, sen neyi reddettiğinin farkında mısın?”
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
– “A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma kadar getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim…!”
Ne yaparsanız Allah için yapın, Allah için sevin ve Allah’ın rızasını kazanmak için çalışın…..