HHaber

Okuyup ta duygulanmamak elde değil

Haberi aldığında denizin ortasındaydı, içi içine sığmadı, demek baba olmak böyle bir duyguydu, kendini sürekli gülümserken yakalıyordu. Karaya ayak basar basmaz minik kızını kucağına alıp, öptü, kokusunu içine çekti, “ismin Tuğçe olsun” dedi. Tuğçe gülümsedi.
O an dünyalar babasının oldu.
Genç bir çift, güzel bir bebek, önlerinde ise pırıl pırıl bir yaşam umudu vardı…
Tuğçe de her denizci çocuğu gibi, babasına hasret olarak büyüdü. Gölcük’teki lojmanın penceresinde oturur, yolunu gözler dururdu. Seyir dönüşlerinde ise, evde bir bayram havası olurdu. Babasının geleceği zamanlarda sabahı zor ederdi. Bütün gece heyecandan uyuyamazdı. Annesi tertemiz giydirirdi. En yeni ayakkabı hangisiyse, o ayakkabı seçilirdi. Saat belli olurdu… O saatte Poyraz Limanı’na koşarlardı. Gemi uzaktan görünürdü ama, ağır ağır yaklaşır, o anda ise zaman geçmek bilmezdi. Bembeyaz kıyafetiyle gemiden inerken gördüğünde… “İşte benim kahramanım geliyor” derdi, öyle hissederdi. Tören kurallarını, komutanları filan boşverip, kucağına atlardı.
Tuğçe büyüdü, üniversitede Yasin ile tanıştı, aşık oldu. Allah’ın emri, peygamberin kavli, tam nişanlanacakları sırada olanlar oldu ve asrın iftirası atıldı. Babası tu*tuklandı, bir ay sonra bırakıldı. Nişan yüzükleri takıldı ama, babası bu sefer yeniden tutuklandı. Sonra düğün iptal edildi, ucu açık, sonu belirsiz, ne olacağı meçhul bir süreç başladı.
Ne ceza verilecek, kaç sene yatılacak, hukuki bir durum söz konusu olmadığı için, kimse kestiremiyordu ne olacağını. İstemeden de olsa kızının en mutlu gününe engel olmak, bir babanın taşıyabileceği yükten ağırdı. Açık görüşte aldı kızını ve müstakbel damadını karşısına; “burada rahat olmamı istiyorsanız, lütfen yuvanızı kurun” dedi. Babanın isteği, bir evladın taşıyabileceği yükten ağırdı ama… Babası için, o sorumluluğu taşıdı.
Gözyaşları içinde, Üsküdar evlendirme dairesine gittiler, işlemleri yaptılar. Gelin adayının hıçkırıklara boğulduğunu, konuşamadığını gören memur, genç kızı zorla evlendirdiklerini bile sanmıştı.
Nikah masasına oturuldu. Gözyaşları yanaklardan aşağı süzülüyordu, durması ne mümkündü? Nikah memuru babasının ismini sordu. Gölcük’teki Poyraz Limanı’nda koşa koşa babasına sarılan o minik kızın yaşadıkları, film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti… Gurur duyduğu ismi fısıldadı; “Cem Aziz Çakmak” dedi. İstanbul, İstanbul olalı böyle nikah görmemişti. Davetliler ayakta alkışlıyor, herkes ağlıyordu.
Çıktılar nikah salonundan, el ele, doğruca Hasdal askeri ce*zaevinin yolunu tuttular. İçeriye girdiler, bahçeye. Tuğçe’nin duvağı kapalıydı. Kızını gelinlikle gören babası, bir süre öylece kalakaldı. Birbirlerine bakıyor, konuşamıyorlardı bile. Sessizliği Tuğçe bozdu; “Babacığım duvağımı açmayacak mısın?” dedi. Baba kendine geldi, açtı duvağı, alnından öptü; “ne güzel olmuşsun kızım” dedi, “bir kuğu gibi…”
Babasının arkadaşları, tutuklu amiraller, generaller, albaylar alkışlıyordu. Hepsinin aklında, kendi aileleri, kendi çocukları vardı. Çalınan ömürlerini düşünüyor, dişlerini sıkıyor, gülümseyerek belli etmemeye çalışıyorlardı. Aralarında para toplamışlar, hediyeler almışlardı, takı töreni misali, tek tek geline verdiler.
Kurmay subaylar, cezaevindeki düğünü en ince ayrıntılarına kadar hesaplamış ve hazırlamışlardı. Çünkü sadece bir saat izinleri vardı. Tutuklu komutanlar karşı karşıya dizildiler ve koridor oluşturdular. Gelinle damat koridordan yürüyerek içeri girdi. Bahçede düğün salonu atmosferi vardı. Hasdal cezaevindeki tüm masalar birleştirilmiş, masaların üzerine bahçeden toplanan çiçekler, yapraklar serpiştirilmişti. Düğün pastası vardı. Müziksiz olmazdı. Koramirallerden biri gitar çaldı.
Baba-kız yanak yanağa dans ettiler. Lakin, sayılı dakikalar akıp gitti, ayrılık vakti geldi. Komutanlar yine koridor oluşturdu, gelin damat gözyaşlarıyla uğurlanırken, hep bir ağızdan “oğlan bizim, kız bizim” tezahüratı yapıyorlardı.
Tam kapıdan çıkarlarken, Tuğçe durdu, geri döndü; “Gelin çiçeğimi atmayı unuttum, bu çiçeği hepinizin özgürlüğü için atmak istiyorum” dedi. Kimse bunu beklemiyordu, adeta ıslık çalmış gibi sessizlik oldu. Hasdal cezaevinin az önceki şen şakrak bahçesinde çıt çıkmıyordu. Tuğçe arkasını döndü, çiçeğini omuzunun üstünden fırlattı. Bir tuğamiral yakalayıverdi. Ve, kaptığı gibi tekrar Tuğçe’ye uzattı; “Özgürlük çiçeği demir parmaklıklar arkasında kalmasın, lütfen evinde bizim için kurut, sakla, biz özgür kalınca gelip senin evinde görelim” dedi.
Tarih boyunca utançla hatırlanacak olan dönemin… Asla unutulmayacak düğünü, böylece sona ermiş oldu. Ve Tuğçe, kahrından ka*n*ser olan babasını bugün toprağa veriyor.
Bu yapılanlar, bunu yapanların yanına kalırsa, zaten bu ülke için dua etmeye de, beddua etmeye de gerek kalmamış demektir!
3 Temmuz 2015 – Yılmaz Özdil…