Bir tutam pirincin hikayesi
“Ne oluyor size, bu ne ses” diyor babaannem. Babam da, “yok bir şey ana, sen bak işine” diye cevap veriyor. Babaannem; “Gelin kısmı öyle ağzını ayıra ayıra gülmez, ayıp ayıp” diyor ve odasına geçiyor. O odasına geçince annem de kendi odasına geçiyor ama çok dokunmuş denilenler, ağlıyor. Babam ise yanına gelip…
“Hüzünlenme sen, sana gülmek yakışıyor, ben seni şu gamzen için sevdim, o gamzeni sakın benden gizleme” diyor. Avucuna aldığı bir tutam pirinci anneme gösteriyor. Sıkıyor pirinçleri. Kaderimiz bizim bu taneler diyor, bu duruma epey içerliyor ve günün sabahında annemi kolundan tutup o evden çok uzaklara (bizim doğduğumuz yere) taşınıyorlar.
Ablam doğuyor, evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor, ağabeyim de evleniyor o da ailesini kuruyor. Yani hepimiz büyüyoruz ve biz büyürken de bizi büyüten ebeveylerimiz yaşlanıyor hayatın kanunu gereği. Ne yazık ki babamın akciğerleri artık yetmez oluyor, aynı zamanda damarlarının çoğu tıkalı olduğundan bir akşam üstü yoğun bakıma kaldırıyorlar.
Gözlerini ilk açtığında karşısında annemi görüyor. Annem ağlayarak gülümsüyor. Sonra anjiyo ameliyatları, kemoterapi derken o çok sevdiği bıyıkları dahil, saçı-sakalı, vücudundaki her şeyi artık onu bırakımaya başlıyor. Günden güne eriyip zayıflıyor. Ağrıdan uyuyamıyor, geceleri yerlerde halıları yoluyor, bir sürü kalp krizi, derken yine yoğun bakımdan kurtulunca elinde yine annemin ellerini görüyor, annem ağlayarak gülümsüyor.
Artık beka alemine gitmek istiyorum hanım diyor. Sana yük oluyorum… Annem babamın olmayan saçlarını seviyor, zayıflamaktan çenesinin altında oluşan derilerini okşuyor, “o nasıl laf öyle bey, sen güçlü adamsın, pes etmek sana yakışmaz, hem dağ gibi oğulların var burada bak” diyor.
Onlar konuşurken doktor bizim kolumuzdan çekiyor;
“Son günlerini evde geçirsin, böylesi daha iyi” diyor. Ne de rahat söylüyor. Anneme anlatıyoruz kadın daha da perişan oluyor. Hastanenin o son günü tekrar kocasının yanına gidip ellerini okşuyor, dişlerini sıka sıka, “İyi olacaksın merak etme sen” diyor, babam da ağlıyor, ilk kez ağlıyor. Annem gözyaşlarını avucuyla silip, “canın bir şey istiyor mu? Ne yapayımm eve gidince ha? Söyle bana” diyor.
Yoğurtlu pirinç çorbası yap diyor babam da. Böyle küçük çocukların hasta olunca annesinden çikolata, jelibon, pasta istemesi gibi hafif ağlamaklı, hafif tebessüm eşliğinde ‘çorba’ diyor. O an çocukluğum aklıma geliyor, lapa lapa dışarıda kar yağarken uzun paltosuyla işten eve gelip sobanın karşısında dağ gibi dikilen o sarsılmaz adamın omzundan kar alıp sobaya damlattığım günler…
Sırtına binip denizde beni yüzdürdüğü gün geliyor, omuzunda maça gittiğimiz günler geliyor aklıma. Oysa ya şimdi…
Biliyor aslında evine neden gittiğini ama bilmezden geliyor. Gülerek taburcu oluyor… Son nefeste orada olmasın diye, “tuvalete gierken beni bekleyin, orada olsun istemem” diye oğullarına son ricasını yapıyor.
Üç gün geçiyor. İstediği o son çorbadan 2-3 kaşık zoraki de olsa içilip, kalbi sıkıştırınca yine mavi ışıklar altında hastaneye koşuluyor, orada hayatını kaybediyor. Komşular tavuklu pilav yapmış bize getirmiş, mahalle kalabalık. Bir sürü tencere tencere yemek…
Annem pilava bakarken birden ağlamaya başlıyor, mutfakta ilk kez evlatlarına o yukarıdaki pirinç hikayesini anlatıyor. Yeni evliydik diyor, babanızın en mutlu olduğu gündü o gün diyor. O sessiz sakin adam yerleri yumruklayarak coşkuyla gülerken çok mutluydu diyor.
O an neye uğradığımı şaşırıyorum, böyle nefesim gidiyor sanki. Ablam, “iyi misin?”” diye beni dürtüyor, benim aklıma babamın o son kalp sıkıştırmasında apar topar ambulansla hastaneye yattığı an aklıma geliyor, tüm müdahalelerin nafile olduğu o an ve vefat evraklarını imzalarken cüzdanını bana teslim edişleri…
Elimde babamın cüzdanı hastane bankına oturmuş merak ve hüzüle içini açıyorum. Babamın siyah beyaz fotoğrafını görüyorum. Hıçkıra hıçkıra öpüyorum. Sonra ufak gözünü açıyorum, orada küçük bir poşet gözüme çarpıyor, içine bakıyorum bir tutam pirinç.
“Bu pirinç de ne ki?” diyorum. Anlamıyorum…
Ertesi gün annem mutfakta bu hikayeyi anlatınca hemen babamın çekmecesinden cüzdanı alıp geliyorum. Ablam halen “iyi misin?” diyor. Ellerim titreye titreye cüzdanı açıyorum. Küçük pirinçli poşeti masaya koyuyorum. Belli ki babam yıllardır o pirinç tanelerini cüzdanında saklamış. O anki mutluluğunu hep yanında taşımış. annem görünce iyice hüzne gark oluyor, hepimiz de öyle, masadaki pirinçlere bakıyoruz, konuşamıyoruz ve o pirinç tanelerini kabrinin dört bir yanına döküyoruz. Huzur içinde yat sessiz sakin sevgi dolu suskun adam…
“Ne oluyor size, bu ne ses” diyor babaannem. Babam da, “yok bir şey ana, sen bak işine” diye cevap veriyor. Babaannem; “Gelin kısmı öyle ağzını ayıra ayıra gülmez, ayıp ayıp” diyor ve odasına geçiyor. O odasına geçince annem de kendi odasına geçiyor ama çok dokunmuş denilenler, ağlıyor. Babam ise yanına gelip…
“Hüzünlenme sen, sana gülmek yakışıyor, ben seni şu gamzen için sevdim, o gamzeni sakın benden gizleme” diyor. Avucuna aldığı bir tutam pirinci anneme gösteriyor. Sıkıyor pirinçleri. Kaderimiz bizim bu taneler diyor, bu duruma epey içerliyor ve günün sabahında annemi kolundan tutup o evden çok uzaklara (bizim doğduğumuz yere) taşınıyorlar.
Ablam doğuyor, evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor, ağabeyim de evleniyor o da ailesini kuruyor. Yani hepimiz büyüyoruz ve biz büyürken de bizi büyüten ebeveylerimiz yaşlanıyor hayatın kanunu gereği. Ne yazık ki babamın akciğerleri artık yetmez oluyor, aynı zamanda damarlarının çoğu tıkalı olduğundan bir akşam üstü yoğun bakıma kaldırıyorlar.
Gözlerini ilk açtığında karşısında annemi görüyor. Annem ağlayarak gülümsüyor. Sonra anjiyo ameliyatları, kemoterapi derken o çok sevdiği bıyıkları dahil, saçı-sakalı, vücudundaki her şeyi artık onu bırakımaya başlıyor. Günden güne eriyip zayıflıyor. Ağrıdan uyuyamıyor, geceleri yerlerde halıları yoluyor, bir sürü kalp krizi, derken yine yoğun bakımdan kurtulunca elinde yine annemin ellerini görüyor, annem ağlayarak gülümsüyor.
Artık beka alemine gitmek istiyorum hanım diyor. Sana yük oluyorum… Annem babamın olmayan saçlarını seviyor, zayıflamaktan çenesinin altında oluşan derilerini okşuyor, “o nasıl laf öyle bey, sen güçlü adamsın, pes etmek sana yakışmaz, hem dağ gibi oğulların var burada bak” diyor.
Onlar konuşurken doktor bizim kolumuzdan çekiyor;
“Son günlerini evde geçirsin, böylesi daha iyi” diyor. Ne de rahat söylüyor. Anneme anlatıyoruz kadın daha da perişan oluyor. Hastanenin o son günü tekrar kocasının yanına gidip ellerini okşuyor, dişlerini sıka sıka, “İyi olacaksın merak etme sen” diyor, babam da ağlıyor, ilk kez ağlıyor. Annem gözyaşlarını avucuyla silip, “canın bir şey istiyor mu? Ne yapayımm eve gidince ha? Söyle bana” diyor.
Yoğurtlu pirinç çorbası yap diyor babam da. Böyle küçük çocukların hasta olunca annesinden çikolata, jelibon, pasta istemesi gibi hafif ağlamaklı, hafif tebessüm eşliğinde ‘çorba’ diyor. O an çocukluğum aklıma geliyor, lapa lapa dışarıda kar yağarken uzun paltosuyla işten eve gelip sobanın karşısında dağ gibi dikilen o sarsılmaz adamın omzundan kar alıp sobaya damlattığım günler…
Sırtına binip denizde beni yüzdürdüğü gün geliyor, omuzunda maça gittiğimiz günler geliyor aklıma. Oysa ya şimdi…
Biliyor aslında evine neden gittiğini ama bilmezden geliyor. Gülerek taburcu oluyor… Son nefeste orada olmasın diye, “tuvalete gierken beni bekleyin, orada olsun istemem” diye oğullarına son ricasını yapıyor.
Üç gün geçiyor. İstediği o son çorbadan 2-3 kaşık zoraki de olsa içilip, kalbi sıkıştırınca yine mavi ışıklar altında hastaneye koşuluyor, orada hayatını kaybediyor. Komşular tavuklu pilav yapmış bize getirmiş, mahalle kalabalık. Bir sürü tencere tencere yemek…
Annem pilava bakarken birden ağlamaya başlıyor, mutfakta ilk kez evlatlarına o yukarıdaki pirinç hikayesini anlatıyor. Yeni evliydik diyor, babanızın en mutlu olduğu gündü o gün diyor. O sessiz sakin adam yerleri yumruklayarak coşkuyla gülerken çok mutluydu diyor.
O an neye uğradığımı şaşırıyorum, böyle nefesim gidiyor sanki. Ablam, “iyi misin?”” diye beni dürtüyor, benim aklıma babamın o son kalp sıkıştırmasında apar topar ambulansla hastaneye yattığı an aklıma geliyor, tüm müdahalelerin nafile olduğu o an ve vefat evraklarını imzalarken cüzdanını bana teslim edişleri…
Elimde babamın cüzdanı hastane bankına oturmuş merak ve hüzüle içini açıyorum. Babamın siyah beyaz fotoğrafını görüyorum. Hıçkıra hıçkıra öpüyorum. Sonra ufak gözünü açıyorum, orada küçük bir poşet gözüme çarpıyor, içine bakıyorum bir tutam pirinç.
“Bu pirinç de ne ki?” diyorum. Anlamıyorum…
Ertesi gün annem mutfakta bu hikayeyi anlatınca hemen babamın çekmecesinden cüzdanı alıp geliyorum. Ablam halen “iyi misin?” diyor. Ellerim titreye titreye cüzdanı açıyorum. Küçük pirinçli poşeti masaya koyuyorum. Belli ki babam yıllardır o pirinç tanelerini cüzdanında saklamış. O anki mutluluğunu hep yanında taşımış. annem görünce iyice hüzne gark oluyor, hepimiz de öyle, masadaki pirinçlere bakıyoruz, konuşamıyoruz ve o pirinç tanelerini kabrinin dört bir yanına döküyoruz. Huzur içinde yat sessiz sakin sevgi dolu suskun adam…